Değerli meslektaşlarımız,
TJOD
İstanbul
Bülteni
Eylül-Ekim
2020
sayısı
ile
hepinize
merhabalar,
bülten
editoryal
ekibi
ve
TJOD
İstanbul
yönetim
kurulu
olarak
hepinizin
sağlıklı olmasını dileriz…
COVID_19
ile
mücadelede
hayatını
kaybeden
hekim
ve
sağlık
çalışanlarını
saygı
ile
anıyor,
aile
ve
yakınlarına
sabırlar
diliyoruz.
Bu
zor
süreçte
emek
harcayan tüm sağlık çalşanlarına da teşekkür ederiz.
Değerli
üyelerimiz,
COVID_19
nedeniyle
İçişleri
Bakanlığı
derneklerin
genel
kurul
toplantılarını
geçici
olarak
askıya
almıştır.
Haziran-2020
başı
yapmayı
planladığımız
TJOD
İstanbul
Genel
Kurulu
bu
nedenle
yapılamamıştır.
İçişleri
Bakanlığı
bu
kısıtlamayı
31.10.2020
tarihine
kadar
uzatmıştır,
yeni
bir
kısıtlama
olmaz
ise
Kasım-2020
ayı
içinde
yapmayı
planlıyoruz,
gerekli
detaylar daha sonra sizler ile paylaşılacaktır…
TJOD
İstanbul
toplantılarına
katkı
yapan
hocalarımıza,
destek
veren
tüm
firmalara
ve
toplantıların
organizasyonunu yapan
Figure Kongre çalışanlarına
yönetim kurulu olarak ayrı ayrı teşekkür ederiz…
TJOD
İstanbul
Bültenin
bu
sayısında
bir
çok
makale
bulacaksınız,
yararlı
olmasını
dileriz.
Bu
makalelerin
özetlenmesi
ve
bugüne
kadar
tüm
bültenlerin
hazırlanmasında
emek
harcayan
Editörlerimiz
Barış
Ata,
Engin
Oral
ve
editöryel
üyelerimiz
Engin
Çelik,
Berna
Aslan
Çetin,
Hakan
Erenel,
Sinem
Ertaş,
Nadiye
Dugan
Köroğlu,
Verda
Alpay
Türk,
Engin
Türkeldi,
Cenk
Yaşa
ve
webmaster
Hakan
Köyağası’
na yönetim kurulu olarak teşekkür ederiz…
Sevgi ve Selamlar.
Eylül 2020
TJOD İstanbul YK adına
Dr. Ahmet Gül
TJOD İstanbul Başkanı
Eylül-Ekim 2020
TJOD İstanbul Yönetim Kurulu
Dr. Ahmet Gül (Başkan)
Dr. Recep Has (2. Başkan)
Dr. Funda Güngör Uğurlucan (Sekreter)
Dr. Veli Mihmanlı (Sayman)
Üyeler (Soyadı Sırası)
Dr. Halil Aslan
Dr. Barış Ata
Dr. Burcu Özmen Demirkaya
Dr. Albert Kazado
Dr. Engin Oral
Dr. Abdullah Tüten
Dr. Gökhan Yıldırım
Editörler
Dr. Barış Ata
Dr. Engin Oral
Bültene yardımcı olan
Editöryel Üyeler
Dr. Verda Alpay
Dr. Engin Çelik
Dr. Hakan Erenel
Dr. Sinem Ertaş
Dr. Engin Türkgeldi
Dr. Cenk Yaşa
Giriş
Yardımcı
üreme
teknikleri
(YÜT)
tedavisi
gören
hastaların
folliküler
fazdaki
takiplerinde
endometrial
poliplere,
%1-8
arasında
rastlanmaktadır.
Ultrason
(USG)
takipleri
sırasında
polip
tanısı
koyulması
halinde
ne
yapılması
gerektiği konusu yönergelerde net değildir ve klinisyen karar vermekte zorlanabilir.
Poliplerin
etiyolojisi
net
olmamakla
birlikte,
östrojenik
uyarının
etkisi
olduğu
ve
obezite,
hormon
replasman
tedavisi,
ovaryan
stimülasyon,
tamoxifen
tedavisinin
risk
faktörlerinden
bazıları
olduğu
bilinmektedir.
Poliplerin,
sperm
transportu
ve
embriyo
implantasyonunu
etkileyerek
fertilite
üzerine
negatif
bir
tesiri
olduğu
düşünülmektedir.
Poliplerin
bir
kısmının
spontan
regrese
olma
ihtimali
varsa
da,
polip
rezeksiyonun
hem
spontan
hem
de
intrauterin
inseminasyon
(IUI)
tedavisindeki
kümülatif
gebelik
oranlarını
artırdığı
bilinmektedir.
Öte
yandan
tedavi sırasında USG takiplerinde saptanan poliplerin yönetimi tartışmalıdır.
Bu
çalışmada,
intrauterin
inseminasyon
tedavilerinde
folliküler
fazda
saptanan
endometrial
poliplerin
kümülatif
canlı doğum oranlarına etkisi araştırılmıştır.
Materyal ve Metod
Bu
çalışma
Belçika’da,
Centre
for
Reproductive
Medicine
of
Universitair
Ziekenhuis
Brussel’da,
yürütülmüştür.
Mayıs
2009-Mart
2017
arasında,
doğal
takip
veya
ovaryan
stimülasyon
(Klomifen
sitrat
veya
FSH)
sonrası
IUI
yapılan
hastaların
dosyaları
incelenmiştir.
Endikasyonlar
arasında
erkek
faktörü,
ovulatuar
bozukluklar,
eşcinsel
veya
tek
ebeveyn
olmak,
ve
açıklanamayan
infertilite
yer
almaktadır.
Tedaviye
başlamadan
önceki
bazal muayenede polip saptanan ve polipektomi yapılan hastalar çalışmaya alınmamışlardır.
Çalışma
grubunda
tedavi
sırasında
foliküler
fazda
endometrial
polip
saptanan
hastalar
(139
kadın),
kontol
grubunda
foliküler
fazda
polip
saptanmayan
hastalar
(6467
kadın)
yer
almıştır.
Her
hasta
çalışmaya
bir
kez
alınmış olup, 3 ardışık IUI sikluslarına kadarki veriler ele alınmıştır.
Normo-ovulatuar
hastalar
doğal
siklus
sonrası,
oligomenoreik
hastalara
klomifen
sitrat
veya
FSH
ile
stimülasyon
sonrası
IUI
uygulanmıştır.
IUI
için,
total
progresif
motil
sperm
sayısının
en
az
1
milyon
olması
gerekmekte
olup,
luteal
faz
desteği
klinisyenin
tercih
ettiği
durumlarda
günde
3
kez
200
mg
mikronize
vajinal
progesterone ile sağlanmıştır.
Çalışmanın
sonlanım
noktası,
en
çok
3
IUI
siklusu
sonrası
kümülatif
canlı
doğum
oranı
(KCDO)
olarak
belirlenmiştir.
İntrauterİn İnsemİnasyon Tedavİlerİnde Follİküler Fazda Saptanan
Endometrİal Polİplerİn Etkİsİ
Özetleyen: Dr. Engin Türkgeldi
Link https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/32456968
Impact of endometrial polyps detected during the follicular phase of intrauterine insemination treatments
Valerie Schutyser, Samuel Santos-Ribeiro, Michel Camus, Liese Boudry, Michel De Vos, Herman Tournaye,
Christophe Blockeel Reproductive Biomedicine Online, 2020 Jul;41(1):62-68. doi: 10.1016/j.rbmo.2020.03.004.
Sonuçlar ve Yorum
Çalışma
grubundaki
139
kadına
toplam
340
siklus,
kontrol
grubundaki
6467
hastaya
toplam
14807
siklus
tedavi uygulanmıştır.
Çalışma
grubundaki
kadınların
ortalama
yaşı
35.4
iken,
kontrol
grubundaki
hastaların
ortalama
yaşı
33
olup,
aradaki
fark
istatistiksel
olarak
anlamlıdır
(p
<
0.01).
Ovaryan
stimülasyon
alanların
oranı
ise
sırasıyla
%13.7
ve %15.9 olup, benzerdir (p=0.48).
Sperm
analizi
sonuçları
benzer
bulunmakla
birlikte,
çalışma
grubu
ve
kontrol
grubundaki
14mm’den
büyük
folikül
sayısı
sırasıyla
1.7
ve
1.3’tür
(p
<
0.01).
Çalışmadaki
polip
çapı
ortalaması
10.35
mm’dir
(Aralık:
2-
33mm).
Çalışma
grubundaki
kümülatif
gebelik
oranları,
regresyon
analizi
öncesinde
çalışma
grubunda
%24.1,
kontrol
grubunda
%33’tür
(p=0.03).
Fakat
kadın
yaşı,
beden
kitle
indeksi,
gonadotropin
kullanımı,
peak
östradiol
seviyesi,
14mm
üstü
follikül
sayısı,
sperm
sayısı
ve
motilite
faktörleri
kullanılarak
yapılan
multivariate
Cox
regresyon
analizi
sonrasında,
polip
varlığının
kümülatif
canlı
doğum
oranlarına
etkisi
olmadığı
ortaya
konmuştur
(p=0.19,
adjusted
hazard
ratio
0.742,
95%
confidence
interval
0.477–1.156).
Bu
analize
göre
tedavi
sonucunu
anlamlı
olarak
etkileyen
faktörler
arasında
kadın
yaşı,
beden
kitle
indeksi
ve
14mm’den
büyük
folikül
sayısı sayılabilir. Takipten kaybolan hastalar hesaplama dışına alındığında da sonuç benzer bulunmuştur.
Çalışmanın
zayıf
yönleri
arasında
retrospektif
olması,
polip
grubundaki
düşük
hasta
sayısı,
poliplerin
yeri
ve
boyutunu dikkate almaması, ve tubal faktörün kesin olarak ekarte edilmemiş olmaması sayılabilir.
Bu
çalışmaya
göre,
yaş
ve
diğer
faktörlerin
regresyon
analizi
ile
düzeltilmesiyle
birlikte,
kümülatif
canlı
doğum
oranlarının,
foliküler
fazda
ilk
kez
polip
saptanan
hastalarda
daha
düşük
olmadığı
gösterilmiştir.
Bu
nedenle,
tedavinin
iptali,
polipektomi
ve
nekahat
süresi
hesaba
katıldığında,
tedaviyi
bu
polipler
nedeniyle
ertelemek,
zaman
kaybına
neden
olabilir.
Prospektif
veya
randomize
kontollü
çalışmalar,
polip
yerleşimi
ve
boyutu
ile
beraber bunların yönetimi konusunda daha güvenilir bilgiler sunacaklardır.
Kronik
pelvik
ağrı
(KPA)
değerlendirmesi
ve
yönetimi
kadar
çelişkili
bir
konu
jinekoloji
pratiğinde
bulunmamaktadır.
KPA
hayat
kalitesini
önemli
ölçüde
etkileyen,
sağlık
kurumlarına
başvuruya
sebep
olan
üreme
çağındaki
kadınların
%
14-24’ünde
görülen
benign
ağrı
bozukluğudur.
Amerikan
Kadın
Doğum
Cemiyeti
(ACOG)
KPA’yı
en
az
6
aydan
daha
fazla
süren,
nonsiklik
şekilde
görülen,
pelvis,
ön
karın
duvarı,
sırtın
alt
kısmı
veya
kalça
gibi
yerleşim
yerlerinde
ortaya
çıkan
ve
fonksiyonel
bozukluk
ya
da
tıbbi
yardım
almayı
gerektirecek
kadar
ciddi
bir
ağrı
olarak
tarif
etmektedir.
Ancak
bu
tanım
pudendal
nöraljiden,
ağrılı
mesane
sendromuna
kadar
uzanan
geniş
bir
aralıktaki
teşhisleri
kapsayacak
şekilde
olduğundan
özgün
değildir.
Klinikte
yüksek
oranda
karşılaşılmasına
rağmen
kısıtlı
tedavi
seçenekleri
olması
ve
durumun
oturmuş
bir
anlayışı
olmamasından
dolayı
sağlık
çalışanları
tarafından
ihmal
edilmektedir.
Etiyolojisi
tam
olarak
anlaşılmış
olmasa
da
tanı,
değerlendirme
veya
yönetim
olarak
tam
bir
oturmuş
algoritması
olmayan
fiziksel
ve psikolojik semptomların kompleks bir bütünüdür.
Kronik Üst Üste Binen Ağrı Durumları
KPA’nın
altta
yatan
etiyolojisinde
ürolojik,
gastrointestinal,
jinekolojik,
nörolojik,
muskuloskeletal
ve
psikososyal
durumlardan
biri
olurken
genellikle
birden
fazla
durum
katkıda
bulunmaktadır
(
Tablo
1
).
Bazen
tek
bir
neden
bulunmakta
ve
o
nedene
özgü
tedavi
ile
birlikte
ağrı
tamamen
geçebilmektedir.
Çoğunlukla
ise
ağrının
tek
bir
nedenden
kaynaklandığı
düşünülmekle
beraber
üst
üste
binen
semptomların
birliktelik
gösterdiği
bir
bozukluk
olarak
klinikte
karşımıza
çıkmaktadır.
Bu
klinik
senaryoda
teşhis
gölgelenmekte
ve
özgün bir nedenin tanımlanması çoğu vakada çok zor olmaktadır.
Bir
çok
ağrı
durumunun
birbirleriyle
ilişkisinin
olduğu
yönünde
artmış
bir
bilinçlenme
söz
konusudur.
Temporomandibular
bozukluk,
fibromyalji,
irritabıl
barsak
hastalığı
(İBH),
vulvodini,
kronik
yorgunluk
sendromu,
interstitiyel
sistit/ağrılı
mesane
sendromu,
endometriozis,
kronik
gerilim
tipi
baş
ağrısı,
migren
ve
kronik
bel
ağrısı
kronik
üst
üste
binen
ağrı
durumlarına
örnektir.
Bu
duruma
sahip
kadınların
görülme
sıklığını
belirlemek her ne kadar zor olsa da klinikte çok sık olarak karşılaşıldığı düşünülmektedir.
Viseroviseral viserosomatik birleşimi
Klinik
olarak
pelvik
kavitedeki
organların
birbirlerine
yakınlığı
nedeniyle
KPA’nın
tam
kaynağı
bulunamayabilir.
Tek
bir
organ
sistemi
ilk
kaynak
olsa
da,
zamanla
sinir
yoluyla
ağrılı
uyaranların
(inflamasyon,
sinir
hasarı,
endometriozis,
hormonal
durum)
üst
üste
gelmesi
ağrı
sinyallerini
masum
bir
organ
sistemine
taşıyabilir.
Kolon,
rektum,
mesane
ve
uterustan
kaynaklanan
ağrılı
aferent
uyarı
pelvik
viseradan arka kök gangliyonlarına hypogastrik, pelvik ve pudendal sinirler ile taşınır.
Viseral
organların
primer
KPA
nedeni
olmasının
yanında
muskuloskeletal
organların
bozuklukları
da
genellikle
duruma
eşlik
etmektedir.
Pelvik
bölgedeki
sempatik
sinir
lifleri
ve
viseral
ağrı
lifleri
genellikle
somatik
lifler
ile
birlikte
taşınır.
Viseradan
kaynaklı
ağrılı
uyarı
spinal
korddaki
somatik
aferentler
ile
birleşerek
viserosomatik
birleşime
neden
olurlar.
Bu
nedenle
klinikte,
pelvik
bölgedeki
ağrıya
cevap
olarak
pelvik
tabanda
hipertonisite
ve
kas
spazmı
görülür.
Endometriozis
ve
dismenorede
rektus
abdominis
kaslarında
hiperaljezi de görülebilir.
KRONİK PELVİK AĞRIYA GÜNCEL YAKLAŞIM; TEDAVİ EDEN JİNEKOLOG NEYİ
BİLMELİDİR?
Updates in the Approach to Chronic Pelvic Pain: What the Treating Gynecologist Should Know
CLINICAL OBSTETRICS AND GYNECOLOGY 2019;Volume 62, Number 4, 666–676 Erin T Carey, Kristin Moore.
Özetleyen: Dr. Cenk Yaşa
Kaynak: https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/31524660/
Risk faktörleri
Tanının
karmaşık
oluşu,
uzun
süreç
alması,
bulguların
heterojen
olması
ve
üst
üste
binen
durumlar
nedeniyle
risk
faktörlerinin
araştırılması
zordur.
Çocukluk
çağındaki
fiziksel
ya
da
cinsel
taciz
görülme
oranlarını
arttırmaktadır.
Erişkin
dönemde
olan
ya
da
hayat
boyu
cinsel
taciz,
psikolojik
taciz,
puberte
bozuklukları
ve
ağrılı anılar KPA oranlarını anlamlı şekilde arttırmaktadır.
İnfertilite,
ektopik
gebelik,
düşük
hikayeleri
olanlarda,
pelvik
adezyon,
endometriozis
ve
daha
önce
pelvik
inflamatuar
hastalık
geçirenlerde
KPA
ile
pozitif
bir
ilişki
vardır.
Daha
önce
geçirilmiş
abdominal
cerrahiler
de
daha
sonraki
KPA
tanısı
ile
ilişkilidir.
Cerrahi
hasarı
minimize
etmek
için,
KPA
hastalarında
cerrahi
minimal
invazif yaklaşımla yapılmalıdır.
Klinik vizit ile yönlendirme
Hikaye
Özellikle
çoklu
sistem
şikayetleri
olanlarda
detaylı
klinik
hikaye
güçlü
bir
yardımcıdır.
Pelvik
ağrı
sorgulama
formları
tanıda
yardımcı
olmaktadır.
Uluslararası
Pelvik
Ağrı
Derneği’nin
(IPPS)
KPA
hastalarında
kullanım
için
ücretsiz
değerlendirme
formu
bulunmaktadır.
Ağrı
haritaları
hem
ek
sorulara
hem
de
fizik
muayeneye
odaklanmaya yardımcı olmaktadır. Bu sayede diğer ağrı alanları ve ağrının yayılımı belirlenebilir.
Fizik muayene
Bel,
karın
ve
pelvisi
içeren
hikayenin
yönlendirdiği
fizik
muayene
esastır.
Bel
muayenesinde
inspeksiyonda
kontür
değerlendirmesi
sonrasında
ağrı
değerlendirmesi
için
sırt,
vertebralar,
paraspinal
eklem
noktaları
ve
sakroiliak eklemler palpe edilir. Abdomen inspeksiyondan sonra hafif ve derin palpasyon ile değerlendirilir.
Pelvik
muayenede
inspeksiyondan
sonra
vulva
ve
vestibül
bölgesi
pamuklu
çubuk
ile
hassasiyet
varlığı
açısından
değerlendirilir.
Elle
pelvik
muayene
de
önce
vestibülden
geçerken
introitusta
olan
spazm
ve
hassasiyet
değerlendirilir.
Daha
sonra
pelvik
taban
kaslarının
tonusunu
değerlendirmek
amacıyla
parmağınızı
sıkıştırması
istenir.
Pelvik
tabanda
levator
ani
kası
hem
tonusu
hem
de
tetik
noktalar
açısından
saat
5
ila
7
hizasında
palpe
edilir.
Pubik
ramusun
etrafında
hastadan
dizini
açması
istenerek
obturator
internus
kası
hissedilerek
palpe
edilebilir.
Bimanuel
muayenede
uterus
boyutları,
hassasiyeti,
uterosakral
nodül
varlığı,
uterus mobilitesi değerlendirildikten sonra endometriozis şüphesinde rektovaginal muayene yapılır.
Teşhis yöntemleri
KPA
tanısı
dışlama
tanısı
olduğundan
barsak
ve
mesaneye
yönelik
semptomların
uygun
şekilde
değerlendirmelidir.
Uterin
ve
adneksiyel
patolojilerin
değerlendirmesinde
birinci
basamak
görüntüleme
yöntemi
pelvik
ultrasonografidir.
Ultrasonografide
ileri
değerlendirme
gerektirecek
hastalarda,
fizik
muayenede
ileri
endometriozis
veya
herni
varlığında
MR
görüntülemenin
faydası
olabilmektedir.
Bilgisayarlı
tomografi
ise
ultrasonun yetersiz kaldığı acil vakalarda işe yaramaktadır.
Tedaviye çoklu yaklaşım
Hayat
tarzı
değişiklikleri,
ilaçlar,
fizik
tedavi
ve
cerrahi
yönetimin
kişisel
olarak
temel
alındığı
çoklu
yönetimler
hastanın iyileştirilmesinde daha faydalı olmaktadır.
Hayat tarzı değişiklikleri
Uyku
Gündüz
kestirmelerinin
kısıtlanması,
uyarıcılardan
uzak
durulması,
uykudan
önce
rahatsız
edecek
yiyeceklerin
tüketilmesi,
düzenli
güneşe
çıkma
ile
egzersiz,
yatma
zamanı
rutinleri
oluşturma
ve
rahat
uyuma
çevresi
oluşturma uyku hijyeni olarak değerlendirilir. Hastalara ilk basamak tedavi olarak verilebilir.
Diyet
Endometriozisde
glutensiz
beslenme
ve
antiinlamatuar
diyet
ağrı
iyileşmesinde
rol
oynamaktadır.
Ayrıca
süt
ürünlerinin
tüketimin
arttırılması
ve
D
vitamini
değerlerinin
yükseltilmesi
diagnostik
laparoskopi
de
endometriozis
riskini
azaltmaktadır.
Primer
dismenorede
çoklu
doymamış
yağ
asitlerinin
tüketilmesinin
kronik
ağrıda bir miktar iyileşme yaptığı bilinmektedir.
Egzersiz
Son
yapılan
derlemelerde
egzersiz
düşük
riskli
bir
müdahale
olarak
ağrıyı
azaltmada,
fiziksel
fonksiyonu
ve
hayat kalitesini arttırmada etkin bir yöntem olarak ifade edilmektedir.
Tıbbi tedavi
Çoklu yönetimin en önemli bileşenlerinden biridir.
Hormonal tedaviler
Endometriozis
ile
ilişkili
ağrıda
GnRH
analogları,
levonorgestrel
içeren
rahim
içi
araçlar
ve
danazol
etkin
tıbbi
tedavilerdendir.
Her
ne
kadar
kombine
oral
kontraseptiflerin
endometriozis
ile
ilişkili
ağrı,
dismenore
ve
disparonide
etkinliği
bilinse
de
artık
sadece
progesteron
içeren
tedavilerin
ağrı
yönetiminde
daha
etkin
olduğunu
gösteren
kanıtlar
artmaktadır.
Levonorgestrel
içeren
rahim
içi
araçların
adenomyozis,
KPA
ve
dismenorede
minimal
yan
etkiler
ile
yüksek
etkinlikte
olduğu
bilinmektedir.
Endometriozise
özgün
olmayan
KPA’da sistemik progestinin etkinliği ile alakalı orta derecede kanıt bulunmaktadır.
Analjezikler
KPA’da
etkinlikleri
kısıtlı
olsa
da
asetaminofen
ve
non-steroid
antiinflamatuarlar
geçici
bir
iyileşme
sağlayabilirler.
Diğer
tedavilerin
başarılı
olmadığı
hastalarda
opioidler
faydalı
olabilir
ancak
uzun
süreli
kullanımları mutlaka ağrı uzmanları ile düzenlenmelidir.
Nöropatik ilaçlar
Her
ne
kadar
nöropatik
ilaçların
tek
başına
KPA
yönetiminde
güçlü
etkinliği
hakkında
kısıtlı
bilgi
olsa
da
orta
şiddette
etkinliği
bilinmektedir.
Trisiklik
antidepresanlar
dolaşımdaki
norepinefrin
düzeylerini
arttırarak
ağrıyı
azaltır,
eşlik
eden
depresyon
ve
uyku
bozukluklarını
da
düzeltir.
Amitriptilinin
tek
başına
KPA’da
etkisine
bakıldığında
gabapentin
tek
başına
veya
amitriptilin
ile
kombine
edildiğinde
daha
etkin
bulunmuştur.
Duloksetin
60
mg’ın
üzerindeki
dozlarda
kronik
ağrılarda,
nöropatide
ve
fibromyaljide
etkin
bulunmuştur.
Mevcut
genel
ağrı
kılavuzları
amitriptilin
ve
gabapentini
ilk
basamak
ajanları
olarak
bildirmekle
birlikte,
nortriptiline ve pregabalini alternatifleri olarak değerlendirmektedir.
Myofasyal ağrı tedavisi
Pelvik
taban
kaslarında
ağrı
ya
da
artmış
kas
tonu
saptanırsa
tedavi
gerekmektedir.
KPA’da
olduğu
gibi
pelvik
taban
fizyoterapisi
ile
başlayacak
çoklu
yaklaşım
uygundur.
Fizik
tedaviye
dirençli
vakalarda
kas
gevşeticilerin
eklenmesi, tetik nokta enjeksiyonları veya botoks enjeksiyonu uygun sonraki adımlar olacaktır.
Cerrahi yönetim
Özellikle
belirlenebilen
jinekolojik
nedenleri
olan
hastalarda
cerrahi
etkin
olabilmektedir.
Endometriozisin
neden
olduğu
KPA,
dismenore
ve
diskezide
hastalığın
eksizyonu,
fulgurasyona
göre
daha
etkindir.
Cerrahi
sonrası
kısa
sürede
ağrısı
gelişen
ve
yapışıklığa
bağlı
ağrısı
olduğundan
şüphelenilen
hastaların
%
70’ine
kadarında
kısa süreli ağrı azalması görülse de uzun dönem etkileri bilinmemektedir.
Yeni gelişen tedaviler
Tam
olarak
mekanizması
belirlenmese
de
nöromodülasyon
ile
beyine
giden
ağrı
sinyalinin
azaltılması
sayesinde etki gösterdiği düşünülmekte ve KPA hastalarında etkinliği bildirilmektedir.
Fotobiomodülasyon
ile
ağrılı
alanlara
direk
ışık
maruziyeti
ile
ağrı
geçirilmeye
çalışılmaktadır.
Tıbbi
marijuana
ve esrar kullanımı ile ilgili çalışmalar bulunmaktadır.
KPA’nın psikolojisi
KPA
teşhis
ve
tedavisi
başlı
başına
zor
bir
durum
olmakla
birlikte,
belirlenemeyen
psikolojik
nedenler
ile
daha
komplike
bir
durum
haline
gelmektedir.
Bu
hastalarda
depresyon
ve
anksiyete
bozuklukları
sık
olarak
görülmektedir.
Bazı
KPA
hastalarında
cerrahi
tedavi
sonrası
ağrı
geçse
de
anksiyete
ve
depresyon
devam
edebilmektedir. Özellikle uzun süren ağrı durumlarında bilişsel davranış tedavileri faydalı olabilmektedir.
GİRİŞ
2
Mayıs
2020
itibariyle
dünya
genelinde
3
milyondan
fazla
insanı
enfekte
eden
ağır
akut
respiratuar
sendrom
Coronavirus
2’nin
(SARS-CoV-
2)
neden
olduğu
Coronavirus
hastalığı
2019
(COVID-19)
global
bir
halk
sağlığı
krizidir.
Kohort
çalışmalarının
çoğu
COVID-19’un
genel
popülasyondaki
etkilerine
odaklanmıştır
ve
gebe
kadınlar
gibi
hassas
popülasyonlardaki
etkileri
üzerine veriler yetersizdir.
Gebe
kadınların,
immün
ve
kardiyopulmoner
sistemlerindeki
fizyolojik
değişiklikler
nedeniyle,
viral
respiratuar
enfeksiyonların
bulaşı
ve
ağır
pnömoni
gelişimi
açısından
yüksek
risk
altında
oldukları
bilinmektedir.
Ağır
akut
respiratuar
sendrom
coronavirus
(SARS-CoV)
ve
Orta
Doğu
respiratuar
sendrom
coronavirus
(MERS-CoV)
gibi
önceki
kayda
değer
coronavirus
salgınlarından
öğrenilen
dersler,
gebelerin,
endotrakeal
entübasyon,
yoğun
bakım
ünitesine
yatış,
böbrek
yetmezliği
ve
ölüm
gibi
olumsuz
durumlara
özellikle
yatkın
olduklarını
göstermiştir.
Laboratuvarda
doğrulanmış
COVID-19’u
olan
9
gebe
kadında
klinik
özellikleri
tanımlayan
ve
vertikal
geçiş
olasılığını
araştıran
ilk
çalışma,
gebelerde
COVID-19’un
şiddetinin
gebe
olmayan
erişkinlerle
benzer
olduğunu
ve
amniyon
sıvısında,
kordon
kanında
ve
6
olguda
neonatal
boğaz
sürüntüsünde
SARS-
CoV-2
saptanmadığı
için
vertikal
geçiş
kanıtı
bulunmadığını
göstermiştir.
99
SARS-CoV-2
ile
enfekte
gebe
kadını
kapsayan,
bugüne
kadar
yapılmış
gebelikteki
ve
neonatal
sonuçları
bildiren
en
büyük
serilerde,
COVID-
19’un
spontan
preterm
doğum
gibi
olumsuz
durumların
riskini
arttırmadığı
gösterilmiştir.
Bu
kadınlarda
doğan
100
yenidoğanın
hiçbirisi
SARS-CoV-2
ile
enfekte
değildir.
Bu
zamana
kadar
mevcut
olan
sınırlı
verilere
dayanarak,
COVID-19’lu
gebelerden
doğan
yenidoğanlarda
nükleik
asit
temelli
testler
ile
antikor
testlerindeki
çelişkili bulgular, gebelikte vertikal geçiş riski ile ilgili anlaşmazlıkları arttırmıştır.
YÖNTEMLER
Çalışma stratejisi
COVID-19’un
gebelikte
perinatal
ve
neonatal
etkilerin
değerlendirmek
için
sistematik
bir
derleme
yaptık.
PubMed,
EMBASE,
Cochrane
Library,
China
National
Knowledge
Infrastructure
Database
ve
Wan
Fang
Data
veritabanlarında
20
Nisan
2020
tarihine
kadar
kapsamlı
bir
literatür
taraması
gerçekleştirdik.
Aramada
şu
anahtar
sözcükler
kullanıldı:
“SARS-CoV-2”,
COVID-19”,
“coronavirus
hastalığı
2019”,
“gebelik”,
“gestasyon”,
“maternal”, “anne”, “vertikal geçiş”, “maternal-fetal geçiş”, “intrauterin geçiş”, “yenidoğan”, “bebek” ve “doğum”.
Çin’de
Hubei
bölgesinde
SARS-CoV-2
salgınının
pik
döneminde,
uygun
semptomlar,
belirgin
epidemiyolojik
öykü
ve
tipik
bilgisayarlı
tomografi
(BT)
bulguları
olan
olgular,
laboratuvar
doğrulaması
ihtiyacı
olmadan,
klinik
olarak
COVID-19
pnömonisi
tanısı
almıştır.
Bu
nedenle
dahil
etme
kriterleri
şunlardır:
laboratuvarda
doğrulanmış
ve/veya
klinik
olarak
tanı
koyulmuş
COVID-19,
hastanın
başvuru
anında
gebe
olması
ve
en
az
bir
maternal,
perinatal
veya
neonatal
sonuç
gibi
klinik
özelliklerin
ulaşılabilir
olması.
Yayınlanmış
bildiriler,
tarih
ve
yeri
belirtilmemiş
çalışmalar,
tekrar
bildiriler
ve
maternal
veya
perinatal
sonuçların
bildirilmediği
çalışmalar
hariç tutulmuştur. Dil kısıtlaması yapılmamıştır.
Coronavirus 2019 (COVID-19) HastalIğInIn Maternal, Perİnatal ve
Neonatal Sonuçlar Üzerİne Etkİsİ: Sİstematİk Derleme
Özetleyen: Dr. Verda Alpay
Kaynak: https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/32430957/
Verilerin seçilmesi, kalite değerlendirmesi ve sonuç ölçütleri
Dahil
edilen
çalışmalardan
şu
veriler
toplanmıştır:
yazar
isimleri,
kurum
ve
ülke,
çalışma
tasarımı,
örneklem
büyüklüğü,
maternal
yaş,
başvuruda
gebelik
yaşı,
başvuruda
semptomlar,
gebelik
komplikasyonları,
doğumda
gebelik
haftası,
doğum
biçimi,
hastalığın
şiddeti,
laboratuvar
ve
radyolojik
bulgular,
maternal
ve
neonatal
sonuçlar
ve
örnek
alma
yolu
(amniyon
sıvısı,
kordon
kanı,
plasenta,
maternal
vajinal
salgılar,
idrar,
gaita
ve
anne
sütü,
yenidoğandan
faringeal
sürüntü,
kan,
idrar,
gaitası,
mide
sıvısı).
Herhangi
bir
maternal-fetal
geçiş
bulgusu
kaydedilmiştir.
Tüm
çalışmalarda
değerlendirilen
tüm
değişkenler
bildirilmemiştir.
Bulgularda
belirtilen
paydalar,
bu
verileri
sağlayan
yazılardan
elde
edilmiştir.
Verilerin
daha
fazla
netleştirilmesi
gerektiğinde,
çalışmaların yazarlarına doğrudan ulaşılmıştır.
BULGULAR
Başlangıçtaki
veritabanı
araştırmasında
554
kayıda
ulaşılmıştır;
duplikasyonlar
dışlandıktan
sonra
bunlar
uygunluk
kriterleri
açısından
değerlendirilmiştir.
Tam
metin
olarak
değerlendirilen
52
çalışmadan
36’sı
kesişim
olduğu
için,
Çin’den
gelen
olgu
raporları
olduğu
veya
sonuç
verileri
eksik
olduğu
için
dışlanmıştır.
PubMed
uyarıları
yazı
yüklenene
kadar
günlük
olarak
izlenmiştir
ve
böylece
8
ilave
çalışma
daha
dahil
edilmiştir.
Çince
yazıların
üçte
ikisi
hem
PubMed
hem
Çin
veritabanlarından
elde
edilmiştir.
Sonuçta,
COVID-19
olan
toplam
324
gebeyi
içeren
24
çalışma
dahil
edilme
kriterlerini
karşılamış
ve
derlemeye
alınmıştır.
Böylece,
4
Mart
2020
ve
28
Nisan
2020
arasında
yayınlanmış
9
olgu
serisi
ve
25
Mart
2020
ve
28
Nisan
2020
arasında
yayınlanmış
15
olgu
raporu
incelenmiştir.
Dahil
edilen
9
olgu
serisinden,
8’i
ardışıktır
ve
toplam
295
gebe
kadının
verilerini
içermektedir.
Bunların
211’i
(%71,5)
laboratuvarda
doğrulanmıştır,
84’ü
ise
(%28,5)
klinik
olarak
COVID-19
tanısı
almıştır.
15
olgu
raporunda,
COVID-19
olduğu
laboratuvarda
doğrulanmış
toplam
20
gebe
kadın
bulunmaktadır.
Laboratuvar
testleri,
verilen
tedavi,
perinatal
ve
neonatal
sonuçlar
gibi
maternal
ve
perinatal
özelliklerle
ilgili
veriler
kaydedilmiştir.
Olguların
çoğu
Çin’dendir,
ancak
Avustralya
(1
olgu
raporu),
Kanada
ve
Fransa
(1
olgu
raporu),
Kore
(1
olgu
raporu),
İran
(2
olgu
raporu
ve
1
olgu
serisi),
İtalya
(1
olgu
serisi
ve
1
olgu
raporu),
Peru
(1
olgu
raporu),
İspanya
(2
olgu
raporu),
İsveç
(1
olgu
raporu),
Türkiye
(1
olgu
raporu)
ve
ABD’den
(1
olgu
serisi
ve
4
olgu
raporu)
de
olgular
dahil
edilmiştir.
Laboratuvarda
doğrulanmış
olgular,
klinik
olarak
tanı
koyulmuş
olgulardan
ayrılmıştır,
ancak
sunum
için
ikisinin
verileri
birleştirilmiştir.
Laboratuvarda
doğrulanmış
bir
COVID-19
olgusu,
maternal
faringeal
sürüntü
örneğinin
kantitatif
reverse
transkriptaz
polimeraz
zincir
reaksiyonunda
(qRT-PCR)
pozitif
sonuç
olarak
tanımlanmıştır.
Belirtildiği
gibi,
Çin’de
Hubei
bölgesinde
COVID-
19
salgınının
pik
döneminde,
uygun
semptomlar,
belirgin
epidemiyolojik
öykü
ve
tipik
toraks
BT
bulguları
olan
hastalar
klinik
olarak
COVID-19
tanısı
almıştır;
çünkü
viral
nükleik
asit
testinin
yanlış
negatiflik
oranı
%30
olarak bildirilmiştir.
Klinik özellikler
8
ardışık
olgu
serisinin
kombine
verileri,
maternal
yaşın
20-44,
başvuru
anında
gebelik
haftasının
5-41
hafta
arasında
olduğunu
göstermektedir.
Başvuru
sırasında
en
yaygın
görülen
semptomlar,
ateş,
öksürük,
dispne/nefes
darlığı,
yorgunluk
ve
miyaljidir.
Yan
ve
arkadaşları
ile
Breslin
ve
arkadaşlarının
olgu
serilerine
göre,
COVID-19’lu
gebelerin
üçte
biri
başvuru
anında
asemptomatiktir.
Olgu
serilerinde
ağır
pnömoni
oranları
%0-14
arasındadır
ve
bu
olguların
çoğunda
yoğun
bakım
ünitesine
yatış
gerekmiştir.
Olguların
çoğu
(%70,7)
antibiyotik
tedavisi
almıştır,
ancak
sadece
217
hastanın
82’si
(%37,8)
ve
176
hastanın
31’i
(%17,6)
sırasıyla
antiviral
tedavi
ve
kortikosteroid
almıştır.
Sadece
2
olgunun
hidroksiklorokin
aldığı
bildirilmiştir.
Ardışık
olgu
serilerinde
maternal
ölüm
bildirilmemiştir.
İran’dan
gelen,
ağır
COVID-19’lu
ardışık
olmayan
9
olguyu
içeren
olgu serilerinde 7 maternal ölüm bildirilmiştir.
Olgu
serilerindeki
neredeyse
tüm
kadınlarda,
yamalı
gölgelenme
veya
buzlu
cam
görüntüsü
gibi
pozitif
toraks
BT
bulguları
mevcuttur.
Başvuruda,
laboratuvar
test
sonuçları
olan
hastaların
çoğunda
lökosit
sayısı
düşüktür
(146/182;
%802,),
bunların
yarısından
azında
lenfositopeni
(85/197;
%43,1)
ve
C-reaktif
protein
(CRP)
artışı
(90/197;
%45,7)
izlenmiştir.
Vajinal
mukustan
nükleik
asit
testi
yapılan
6
olgunun
hepsi
ve
sütte
nükleik
asit
testi yapılan 22 olgunun hepsi SARS-CoV-2 açısından negatiftir.
Olgu
raporlarında
bulunan
COVID-19’lu
20
gebe
kadında
2
maternal
ölüm
izlenmiştir;
bu
olgu
raporlarının
biri
Karami
ve
arkadaşlarına,
diğeri
Zamaniyan
ve
arkadaşlarına
aittir.
İlk
olgu,
3
gündür
devam
eden
ateş,
öksürük
ve
miyalji
yakınmasıyla
başvuran,
27
yaşında,
30
haftalık
gebe
hastadır.
Yatışından
kısa
bir
süre
sonra,
ateşi
40C’ye,
solunum
hızı
suprasternal
ve
interkostal
çekilmeyle
birlikte
dakikada
55’e
ulaşmıştır.
Hasta
non-invaziv
ventilasyon
altındayken
hızlı
kan
testlerinde
metabolik
alkaloz
izlenmiştir.
Sonrasında
akut
respiratuar
distres
sendromunun
(ARDS)
kötüleşmesi
üzerine,
klinik
ve
radyolojik
bulgulara
göre
mekanik
ventilasyon
için
entübe
edilmiştir.
Yatışından
2
gün
sonra,
hastada
eylem
spontan
olarak
başlamış
ve
vajinal
yolla
yaşam
belirtisi
göstermeyen
siyanotik
bir
bebek
doğurmuştur,
bebek
kardiyopulmoner
resüsitasyona
yanıt
vermemiştir.
Doğumdan
1
gün
sonra,
annede
multiorgan
yetmezlik
(ARDS,
akut
böbrek
yetmezliği
ve
septik
şok)
gelişmiş
ve
ex
olmuştur.
İkinci
olgu,
dispne,
miyalji,
iştahsızlık,
bulantı,
kuru
öksürük
ve
4
günlük
ateş
şikayetleriyle
başvuran,
32
haftalık
gebe,
22
yaşında
hastadır.
Hasta
yatışından
sonra
azitromisin,
seftriakson,
Kaletra,
Tamiflu
ve
hidoroksiklorokin
ile
tedavi
edilmiştir.
BT
bulguları,
lenfopeni,
ağırlaşan
pnömoni
semptomları
ve
serviksin
indüksiyon
için
uygun
olmamasına
dayanarak,
33
haftada
sezaryen
doğum
gerçekleştirilmiştir.
2350
gr
ağırlığında
preterm
bir
kız
bebek
sorunsuz
olarak
doğmuştur,
Apgar
skorları
1
ve
5
dakikada
sırasıyla
8
ve
9’dur.
Amniyon
sıvısı,
qRT-PCR’da
SARS-CoV-2
açısından
pozitiftir.
Doğumdan
hemen
sonra,
yenidoğandan
yapılan
burun
ve
boğaz
sürüntüleri
SARS-CoV-2
açısından
negatiftir;
ancak
24
saat
sonra
tekrarlanan
testte
pozitif
gelmiştir.
Böyle
sonuçlar
vertikal
geçiş
olasılığını
arttırmıştır.
Anneye,
postpartum
4
ve
6.
günlerde
ARDS
nedeniyle
periton
diyalizi
yapılmıştır,
10.
günde
oksijen
satürasyonunun
aniden
%70’e
düşmesi
nedeniyle
entübasyon
ve
mekanik
ventilasyon
gerekmiştir.
Entübasyondan
sonra,
12.
günde
kendiliğinden
düzelen
amfizem
gelişmiştir;
ancak
durumu
dramatik
olarak
bozulmuş
ve
15.
günde
ex
olmuştur.
Gebelik ve neonatal sonuçlar
Ardışık
olgu
serilerine
göre,
COVID-19’lu
gebelerde,
normal
gebelerle
karşılaştırıldığında,
gestasyonel
diyabet,
gebeliğin
hipertansif
hastalıkları
ve
preeklampsinin
görülme
oranları
daha
yüksek
gibi
görünmemektedir.
Hipotiroidizm
ve
plasenta
previa/akreta
olan
yalnızca
birkaç
olgu
bulunmaktadır.
Olguların
dörtte
biri
(72/295)
makalenin
yazılması
sırasında
henüz
doğum
yapmamıştır.
Yalnızca
4
adet
spontan
gebelik
kaybı
veya
küretaj
olgusu
bildirilmiştir.
Doğum
yapan
219
olgudan,
ikisi
ikiz
gebeliktir
ve
çoğu
sezaryen
ile
doğum
yapmıştır.
Doğumdaki
gebelik
haftası
28-41
hafta
arasında
değişmektedir.
1.
ve
5.
dakika
Apgar
skorları
7-10
arasındadır.
Yalnızca
8
yenidoğan
2500
gr’ın
altındadır.
Yenidoğanların
yaklaşık
üçte
biri,
maternal
enfeksiyon
sonucunda
incelenmesi
ve
gözlenmesi
için
yenidoğan
yoğun
bakım
ünitesine
(NICU)
yönlendirilmiştir.
Ardışık
serilerde
1
neonatal
asfiksi
ve
ölüm
olgusu
izlenmiştir.
Laboratuvar
test
sonucu
bildirilen
19
yenidoğandan
yalnızca
4’ünün
lökosit
sayısı
artmış
ve
yalnızca
2’sinin
CRP
değeri
yükselmiştir.
Lenfositopeni
ve
trombositopeni
olgusu
bulunmamıştır.
Sırasıyla
29,
29,
155,
19,
19
ve
19
olguya
amniyotik
sıvıda,
kordon
kanında,
neonatal
boğaz
sürüntüsünde,
neonatal
gaitada,
neonatal
idrarda
ve
neonatal
gastrik
sıvı
örneğinde
nükleik
asit
testi
yapılmıştır.
3
neonatal
boğaz
sürüntüsü
örneği
hariç
Ferrazzi
ve
arkadaşarının
serisindeki
tüm
örnekler
SARS-CoV-2
açısından
negatiftir.
İran’dan
gelen
olgu
serilerinde,
maternal
ölüm
sırasında
henüz
doğmamış
2
intrauterin
fetal
ölüm
olgusu
(IUFD)
(biri
ikiz
gebelik)
ve
kalan
7
olguda
da
2
IUFD
bulunmaktadır.
İkiz gebeliğin parçası olarak ilave iki neonatal ölüm daha gerçekleşmiştir.
Bir
olgu
raporunda,
neonatal
boğaz
sürüntüsü
SARS-CoV-2
açısından
pozitif
gelmiştir.
Anne
41
yaşında,
önceden
mevcut
olan
diyabetes
mellitus
hastasıdır
ve
yakın
aile
fertlerinden
ciddi
COVID-19
maruziyeti
olmuştur.
33.
gebelik
haftasında
4
gündür
devam
eden
halsizlik,
yorgunluk,
hafif
ateş
ve
ilerleyici
nefes
darlığı
şikayeti
ile
başvurmuştur.
Hastanın
nazofaringeal
sürüntü
sonucu
pozitiftir.
Hastada
yatışının
5.
gününde
mekanik
ventilasyon
gerektiren
ciddi
solunum
yetmezliği
gelişmiştir.
Azitromisin,
hidroksiklorokin,
meropenem,
vankomisin
ve
oseltamivir
başlanmıştır.
Solunum
durumunun
bozulması
üzerine
hastaya
preterm
sezaryen
doğum
yapılmıştır.
Doğumdan
hemen
sonra
geç
kordon
klemplenmesi
veya
ten
tene
temas
yapılmaksızın
yenidoğan
izole
edilmiştir.
Yenidoğan
2970
gr’dır,
1.
ve
5.
dakika
Apgar
skorları
sırasıyla
6
ve
8’dir.
Yenidoğan
aile
fertleriyle
karşı
karşıya
getirilmemiştir.
Emzirme
başlatılmamıştır.
Yenidoğan
diğer
COVID-19
olgularının
olmadığı
NICU’a,
kurumdaki
ilk
pediyatrik
olgu
olarak
yerleştirilmiştir.
Akciğer
filminde
anormallik
görülmemiştir.
Doğumdan
16
saat
sonra,
neonatal
nazoferingeal
sürüntü
örneği
pozitif
gelmiştir,
test
48
saat
sonra
tekrarlanmıştır
ve
pozitif
kalmaya
devam
etmiştir.
Ancak
anti-SARS-CoV-2
IgM
ve
IgG
testleri
doğumda
negatiftir.
Testteki
gecikmeden
ötürü,
postpartum
neonatal
enfeksiyon
olasılığı
tamamen
dışlanamaz.
Yenidoğanda
12
saat
süreyle
ventilasyon
desteği
gerekmiştir,
sonrasında
ekstübe
edilmiş
ve
devamlı
pozitif
basınçlı hava basıncına alınmıştır, sonuçlar iyi seyretmiştir.
TARTIŞMA
Bu
sistematik
derlemede,
(1)
COVID-19’un
bildirilen
en
yaygın
semptomlarının
ateş,
öksürük,
dispne/nefes
darlığı,
yorgunluk
ve
miyalji
olduğu;
(2)
olguların
çoğunda
toraks
BT’de
yamalı
gölgelenme
veya
buzlu
cam
görünümü
olduğu,
COVID-19’lu
gebelerde
normal
veya
düşük
lökosit
sayısı,
lenfositopeni
ve
yükselmiş
CRP’nin
en
yaygın
laboratuvar
bulguları
olduğu;
(3)
ağır
pnömoni
oranının
%0-14
arasında
değiştiği;
(4)
dahil
edilen
324
gebe
kadında
7
maternal
ölüm
görüldüğü;
(5)
COVID-19’un
preeklampsi
gibi
olumsuz
gebelik
sonuçlarını
arttırmadığı;
(6)
yalnızca
birkaç
gebelik
kaybı
ve
küretaj
olgusu
bildirildiği;
(7)
tamamlanmış
gebelik
sonuçlarının
eksik
olduğu;
(8)
yazım
sırasında
doğum
yapmış
kadınlara
göre,
doğumda
gebelik
haftasının
28-
41
hafta
arasında
değiştiği
ve
olguların
çoğuna
sezaryen
doğum
yapıldığı
ve
(9)
olgu
serilerinde
3
yenidoğanın
SARS-CoV-2
açısından
pozitif,
olgu
raporlarında
ise
1
yenidoğanın
amniyotik
sıvı
ve
boğaz
sürüntüsünde
SARS-CoV-2 açısından pozitif olduğu görülmüştür.
Şu
zamana
kadar,
SARS-CoV-2’nin
anneden
bebeğe
vertikal
geçişi
konusunda
çelişkiler
mevcuttu.
3.
trimesterde
COVID-19’lu
toplam
10
gebeyi
içeren
daha
önceki
2
çalışmada,
amniyon
sıvısı,
kordon
kanı
ve
yenidoğanın
boğaz
sürüntüleri
SARS-CoV-2
açısından
negatifti
ve
gebeliğin
ilerleyen
dönemlerinde
COVID-19
pnömonisi
gelişen
kadınlarda
vertikal
geçiş
kanıtı
olmadığı
ileri
sürülmüştü.
Başka
bir
seride,
COVID-19’lu
bir
gebeden
doğan
yenidoğanda
doğumdan
36
saat
sonra
faringeal
sürüntü
örneği
SARS-CoV-2
açısından
pozitifti,
ancak
sonradan
plasenta
ve
kordon
kanının
PCR
testlerinin
pozitif
olduğunun
doğrulanması
intrauterin
vertikal geçiş olmadığını düşündürmüştür.
İki
araştırma
mektubunda,
COVID-19’lu
annelerden
doğan
üç
yenidoğanın
kanlarında
IgM
antikorlarının
izlenmesi,
SARS-CoV-2’nin
vertikal
geçiş
olasılığı
vurgulanmıştır.
Ancak
üçünde
de,
solunum
yollarından
alınan
örnekler
negatiftir.
Ayrıca,
bir
yenidoğana
SARS-CoV-2
IgG
ve
IgM
antikorları
açısından
tekrar
test
yapılmıştır;
14
gün
içinde
IgG
düzeyleri
hızla
düşerken
IgM
antikorlarının
da
düşmesi,
neonatal
SARS-CoV-2
IgG
antikorlarının
transplasental
olarak
anneden
alındığını,
neonatal
enfeksiyon
tarafından
indüklenmediğini
düşündürmüştür.
Zamaniyan
ve
arkadaşlarının,
amniyotik
sıvı,
neonatal
nazal
ve
boğaz
sürüntülerinin
SARS-CoV-2
pozitif
olduğu
maternal
ölüm
olgusu
ile
Alzamora
ve
arkadaşlarının
neonatal
boğaz
sürüntüsünün
SARS-CoV-2
pozitif
olduğu
olgusunun
bulguları
yeniden
vertikal
geçiş
olasılığını
akla
getirmiştir.
İlk
olguda
yenidoğandaki
spesifik
antikorların
ölçülememesi,
SARS-CoV-2’nin
vertikal
geçiş
olasılığı
için
ilave
kanıt
sağlamıştır.
Hastanın
doğumdan
önce
belirgin
olmayan
virülan
COVID-19’u
olma
olasılığı
yüksektir,
çünkü
klinik
seyri
yalnızca
doğumdan
sonra
belirgin
olarak
kötüleşmiştir;
olgu
bu
açıdan
özellikle
ilgi
çekicidir.
Bu
iki
neonatal
SARS-CoV-
2
olgusunun
ortak
özellikleri,
preterm
dönemde
virüsle
temas
edilmesi
ve
ağır
COVID-19
gelişmesidir.
SARS-
CoV-2’nin
vertikal
geçişle
intrauterin
enfeksiyona
yol
açmasında
iki
yol
var
gibi
görünmektedir.
Anjiotensin-
converting
enzim
2’nin
(ACE2),
SARS-CoV-2’ye
duyarlı
hücrelerde
yüzey
reseptörü
olduğu
kabul
edilmektedir;
bunun
insan
plasentasında
da
üretildiği
gösterilmiştir.
Bu
bulgu,
SARS-CoV-2’nin
ACE2
yoluyla
transplasental
yayılma
olasılığını
düşündürmektedir.
Özel
olarak,
SARS-CoV-2’nin
viral
yüzey
spike
glikoproteini
(S-protein),
hücreye
giriş
ve
viral
replikasyon
etkinliğini
kolaylaştırmak
için
transmembran
proteaz
serin
2’ye
(TMPRSS2)
bağlanır
ve
SARS-Cov-2’nin
geçiş
için
ilave
konak
proteazlarını
seçtiğini
gösteren
kanıtlar
artmaktadır.
Ancak,
konak
proteazların
(TMPRSS2
ve
diğerleri
gibi)
ve
S-proteinin
bağlanması
için
gereken
reseptörlerin
plasentada
eksprese
edilip
edilmediği
bilinmemektedir.
Diğer
yandan,
COVID-19’lu
gebelerdeki
ciddi
maternal
hipokseminin
yol
açtığı
plasental
bariyer
hasarı,
SARS-CoV-2’nin
intrauterin
enfeksiyona
yol
açmasında
olası
bir yol olabilir. SARS-CoV-2’nin vertikal geçiş olasılığıyla ilgili ilave çalışmalar gerekmektedir.
Karami
ve
arkadaşlarının
bildirdiği
diğer
maternal
ölüm
olgusuna
otopsi
yapılmış
ve
akciğer
dokusunun
histopatolojik
incelemesinde
fokal
hiyalin
membran
ile
alveoler
boşluklar,
pnömosit
proliferasyonu
ve
metaplazik
değişikler
görülmüştür.
Viral
pnömoni
bulguları
(multinükleasyon
ve
nükleer
atipi
ile
viral
sitopatik
etki,
alveoler
duvar
kalınlığında
hafif
artış)
izlenmiştir.
Bu
bulgular
gebe
olmayan
olgular
ile
karşılaştırılabilir
düzeydedir.
İran’dan
gelen
olgu
serilerinde,
geç
ikinci
veya
üçüncü
trimesterde
ağır
COVID-19
ile
başvuran
7
olguda
maternal
ölüm
bildirilmiştir.
Hepsi
5
gün
boyunca
12
saatte
bir
oral
oseltamivir
75
mg,
günlük
400
mg
oral
hidroksiklorokin
sülfat
veya
tek
doz
olarak
oral
1000
mg
klorokin
sülfat
ve
5
gün
boyunca
12
saatte
bir
oral
lopinavir/ritonavir
400/100
mg
ile
üçlü
ilaç
rejimi
almışlardır.
Bu
olgularda
iki
ana
özellik
izlenmiştir.
İlk
olarak,
bu
serilerde
ortalama
maternal
yaş
diğerlerinden
daha
yüksektir
(36,77,3
vs
30,33,6
yaş).
İkincisi,
yazarlara
göre,
gebelerin
hiçbirinde
önceden
mevcut
olan
hipertansiyon,
kardiyovasküler
hastalık
ve
astım
gibi
komorbiditeler
bulunmamaktadır.
Yazarlar,
COVID-19’lu
gebelerin
suboptimal
bakım
almadığını
ve
bunun,
geç
ikinci
trimesterde
COVID-19
tanısı
alan
gebelerde
maternal
ölüm
olasılığı
ile
ilgili
endişeyi
arttırdığını
bildirmişlerdir. Yazarlar, ölüm nedeni (nedenleri) hakkında detay belirtmemişlerdir.
Çalışmanın
bazı
kısıtlılıkları
mevcuttur.
En
önemlisi,
olgu
raporları
istatistik
için
uygun
bilgi
kaynakları
değildir,
olgu
serileri
içinde
kontrol
grubu
barındırmadığı
için
düşük
kaliteli
kanıt
sunar.
Ancak
zamanla,
daha
kaliteli
çalışmalar
yürütüldükçe,
olgu
rapor
ve
serileri
değerli
kaynaklar
haline
dönüşebilir.
Gebelik
kaybı
oranlarının
düşük
olmasında
etken
olarak,
asemptomatik
SARS-CoV-2
olgularında
izlenen
gebelik
kayıplarının
saptanamadığı
için
olması
gerekenden
az
bildirilmesi
düşünülmüştür.
Tüm
maternal
ölüm
olgularında
kapsamlı
bir
sorgulama
süreci
gerektiği
için,
bütün
olgular
derhal
bildirilmemektedir.
Bu
nedenle,
COVID-19
ile
ilişkili
maternal
olgu
fatalite
oranlarını
belirlemek
mümkün
değildir
ve
bu
veriler
ancak
pandeminin
sonlarında
açıklık
kazanacaktır.
SONUÇLAR
Gebelikte
COVID-19
üzerine
yayınlanan
çalışmalar
artsa
da,
gebe
bir
kadında
COVID-19’un
komplikasyonları,
vertikal
geçiş
ve
perinatal
komplikasyonlar
üzerine
tarafsız
sonuçlar
belirleyecek
iyi
kaliteli
veriler
yetersizdir.
COVID-19’un
gebe
ve
fetuslardaki
etkileri
üzerine
sorulara
yanıt
bulmak
için,
anlamlı
iyi
kaliteli
araştırmalar
yapılması gerekmektedir. Araştırmacıları süratle tam sonuç verilerini ve referanslarını sunmaya davet ediyoruz.
Her
yıl
depresyon
ve
anksiyete
bozuklukları
Amerika’da
sırasıyla
%7.1
ve
%19.1
oranında
erişkin
popülasyonu
etkilemektedir.
Üreme
çağındaki
yaklaşık
%10-15
kadın
yıllık
olarak
antidepresan
kullanmaktadır,
ayrıca
gebe
kadınlarda bu durum daha yaygındır.
Depresyon
ve
anksiyete
bozukluklarının
gebelerde
ve
postpartum
dönemdeki
kadınlarda
yönetimi
hala
klinisyenleri
zorlayan
bir
durumdur.
Bu
bozukların
doğru
yönetimi
ile
maternal
ve
fetal
sağlığın,
maternal
prenatal
bakımın
devamlılığı
ve
maternal-fetal
bağın
kurulması
sağlanabilir.
Fakat
erken
gebelik
döneminde
antidepresan
kullanımının
fetal
doğum
defektleri
ve
etkisi
açısından
endişeler
devam
etmektedir.
Gebelikte
antidepresan
kullanımının
yenidoğan
sağlığına
etkisi
açısından
kanıta
dayalı
bilgiye
ihtiyaç
vardır.
Her
ne
kadar
mevcut
bilgiler
karışık
olsa
da
bazı
antidepresanların
doğum
defekti
ya
da
konjenital
kalp
defekti
riskini
artırdığı
muhtemeldir.
Daha
az
sayıda
çalışmada
ise
bireysel
bazı
ilaç
kullanımının
teratojen
düzeyde
etkin
olabileceği
gösterilmiştir.
En
çok
çalışılan
ilaçlar
SSRI
(selective
serotonin
reuptake
inhibitors),
daha
az
oranda
SNRI
(serotonin
norepinehrine
reuptake
inhibitors)
ve
bupropiondur.
Bu
çalışma
ile
NBDPSs
(National
Birth
Defects
Prevention
Study)
ara
verilerine
dayanarak
erken
gebelik
antidepresan
kullanımı
ile
spesifik
doğum
defektleri arasındaki ilişkilere yönelik bilgi sunulmuştur.
NBDPS;
Amerika’da
birçok
eyaletten
hastaların
dahil
edildiği,
popülasyon-bazlı,
vaka-kontrol
çalışmasıdır
ve
majör
yapısal
doğum
defektlerinin
risk
faktörleri
üzerine
çalışılmıştır.
Medikal
bilgiler
mevcut
veritabanından
sağlanmıştır.
Vaka
grubunu
tek-gen
hastalığı
veya
kromozomal
anomali
dışında
bebeğinde
doğum
defekti
tanımlanan
hastalar
dahil
edilmiştir.
Kontrol
grubunu
ise
bebeğinde
majör
doğum
defekti
bildirilmeyen
hastalar
oluşturur.
Çalışmaya
dahil
edilen
anneler
gebeliklerinin
6.
haftasından
doğum
sonrası
24.
aya
kadar
olan
süreç
içerisinde
telefon
ile
aranmışlardır.
Annelerin
gebeliklerinden
önceki
3
ayda
veya
gebeliklerinin
ilk
3
ayında
sitalopram,
fluoksetin,
paroksetin,
sertralin,
venlafaksin
ve
bupropion
kullanımları
sorgulanmıştır.
Anneler
belirtirlerse
diğer
farklı
antidepresan
kullanımları
da
not
edilmiştir,
ayrıca
diğer
hastalıklar
ve
ilaç
kullanımları
açısından
da
sorgulanmışlardır.
Depresyon
ve
anksiyete
bozuklukları
açısından
da
tanıları
var
ise
kaydedilmiştir.
Erken
gebelik
anidepresan
kullanımı,
çalışmada
gebelik
tanısı
öncesi
bir
ay
ve
gebeliğin
ilk
3
ayı olarak belirlenmiştir. Vaka grubuna 32200, kontrol grubuna 11829 hasta dahil edilmiştir.
Erken
gebelik
antidepresan
kullanımı
vaka
grubunda
1562
hastada
(%5.1);
kontrol
grubunda
467
hastada
(%4.1;
Tablo
1)
bildirilmiştir.
Kontrol
grubundan
ilaç
kullanımı
bildiren
hastalar
(çoğunluğu
monoterapi
almıştır)
sertralin,
fluoksetin,
paroksetin,
sitalopram,
esitalopram,
venlafaksin
ve
bupropion
kullanımı
bildirmişlerdir.
Sertralin,
fluoksetin,
sitalopram,
esitalopram
kullanımı
erken
gebelik
döneminde
yıllara
göre
giderek
artış
göstermiştir
(
Figür)
.
Kontrol
grubunda
olan
kadınların
antidepresan
maruziyeti
olmayan
kadınlara
göre,;
daha
yaşlı,
Hispanik
olmayan
beyaz
ırktan,
eğitim
düzeyi
yüksek
ve
gebelik
öncesi
kilolarının
daha
fazla
olduğu
bildirilmiştir;
ayrıca
erken
gebelikte
alkol
veya
sigara
kullanımı,
perikonsepsiyonel
folik
asit
kullanımı
ve
daha
önce
doğum
yaptıklarını
belirten
gruptadırlar.
Kontrol
grubunda
gebelik
öncesinde
antidepresan
kullanan
annelerin gebeliğin erken döneminde kullananlara göre daha eğitimli olduğu saptanmıştır.
1
.
grup
analizde;
antidepresan
kullanımı
olan
ve
olmayan
grupların
karşılaştırılması
yapılırken;
annelerin
etnik
kökenine,
gebelik
öncesi
BMI
değerlerine,
eğitim
düzeylerine
ve
erken
gebelik
dönemi
sigara/alkol
kullanımlarına
göre
düzeltilerek
analiz
yapılmıştır.
SSRI
grubunda
paroksetin
veya
fluoksetin
kullanımı
daha
fazla
spesifik
doğum
defektleri
ile
ilgili
bulunmuştur.
Bu
ilaçları
sitalopram
ve
sertraline
takip
etmektedir.
Esitalopram
kullanımı
ve
spesifik
doğum
defektleri
ile
ilgili
artmış
risk
bulunmamıştır.
Spesifik
doğum
defektleri
ile en çok ilgili ve artmış riski bulunan ilaç Venlafaksin’dir. Bupropion ile de artmış risk saptanmıştır.
Gebelİkte spesİfİk andepresan kullanImI ve seçİlmİş doğum
defektlerİ rİskİ
Özetleyen: Dr. Sinem Ertaş
Maternal use of specific antidepressant medications during early pregnancy and the risk of selected birth
defects Kayla N. Anderson,PhD et al. JAMA Psychiatry,2020 Aug 5, e202453 DOI: 10.1001/jamapsychiatry.2020.2453
Link https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/32777011
2.
Grup
analizde
maternal
eğitim
düzeyine
göre
düzeltilerek
analiz
yapılmıştır.
Fluoksetin
aort
koarktasyonu
ile
ilişkili
bulurken,
sitalopram
AVM
ile
ilişkili
bulunmuştur.
Sertralin
diyafragma
hernisi
ile,
fluoksetin
özofajial
atrezi
ile,
paroksetin
anensefali
ve
kranioraşizis
ile,
sitalopram
diyafragma
hernisi
ile
ilgili
bulunmuştur.
Esitalopram
kullanımı
ve
spesifik
doğum
defektleri
ile
ilgili
artmış
risk
bulunmamıştır.
Venlafaksin
ile anensefali ve kranioraşizis arasında kuvvetli ilişki saptanmıştır.
Sonuç
olarak;
bu
çalışma
ile
erken
gebelik
dönemi
antidepresan
kullanımı
ve
spesifik
doğum
defektleri
arasında
bazı
ilişkiler
saptanabilmiştir.
Venlafaksin
kullanımı
kısıtlı
sayıda
olsa
da
defektlerle
en
çok
ilişkili
ilaçtır
ve
daha
fazla
sayıda
hastanın
dahil
edildiği
çalışmalarla
mevcut
bulguların
konfirmasyonu
gerekmektedir.
Risk
değerlendirmesi
yapılırken
hastaların
altta
yatan
başka
durumları
da
değerlendirilmelidir.
Fayda-zarar
durumuna
göre
hastaların
yönetimi
sağlanmalıdır.
Fetal
büyümenin
takibi
prenatal
bakımın
önemli
amaçlarından
biridir.
Fetal
büyüme
uteroplasental
fonksiyon,
maternal
hastalıklar,
maternal
kardiyovasküler
fonksiyon
veya
kalp
hastalıkları,
maternal
beslenme,
bulunulan
rakım,
sigara,
illegal
ilaç
kullanımı,
enfeksiyon,
aneuploidi
ve
bazı
genetik
durumlara
bağlıdır.
Uteroplasental
yetersizlik anormal büyümenin en sık nedenlerinden biridir.
Fetal
büyüme
yetersizliği
artmış
perinatal
mortalite
ve
morbidite
ile
ilişkilidir.
Gelişim
kısıtlılığı
olan
fetuslarda
prematürite
ile
ilişkili
durumlar
ve
olumsuz
nörogelişimsel
sonuçlar
daha
sık
görülür.
Bu
fetuslar
erişkin
hayatta
hipertansiyon,
metabolik
sendrom,
insülin
rezistansı,
tip
2
diyabetes
mellitus,
koroner
arter
hastalığı
ve
inme
açısından
artmış
risk
altındadır.
Üçüncü
trimesterde
ölü
doğumların
%30
kadarı
FGK
ve
SGA
olan
fetuslarla
ilişkilidir;
dolayısıyla
fetal
gelişim
kısıtlılığının
prenatal
dönemde
tanınması
ölü
doğumu
önleme
stratejileri
açısından
en
önemli
faktördür.
FGK
genetik
büyüme
potansiyeline
ulaşamamış
fetus
olarak
tanımlanır.
FGK
tanısı çoğunlukla kolay değildir, çünkü fetal büyüme tek bir biyometrik ölçüm ile değerlendirilemez.
SGA
ve
FGK
olan
fetus
arasındaki
temel
fark,
SGA
fetusların
düşük
ağırlıklı
olsalar
da
olumsuz
perinatal
sonuçlar
açısından
artmış
risk
altında
olmamalarıdır.
Diğer
taraftan,
ölçümleri
10.
persentil
üzerinde
olan
bir
fetusta FGK olabilir, dolayısıyla olumsuz perinatal ve uzun dönem sonuçlar açısından artmış riske sahiptirler.
Tahmini
ağırlığı
10.
persentil
altında
olan
fetuslar
ölü
doğum
ve
perinatal
mortalite
açısından
artmış
riske
sahiptirler.
3.
persentil
altında
risk
daha
da
fazladır.
Fetal
ölçümlerin
10.
persentil
altında
olduğu
vakalarda,
FGK-SGA
ayrımı
yapabilmek
için
ek
biyofizik
parametreler
gereklidir.
Bunun
için
birçok
metod
tanımlanmıştır;
bunlardan bazıları fetal büyüme hızı takibi, plasental ve fetal doppler parametreleri ve biyo-belirteçlerdir.
FGK TANISI, TAKİBİ VE YÖNETİMİNDE KULLANILAN PARAMETRELER
Fetal büyüme hızı
Büyüme
hızını
değerlendirmek
için
longitudinal
büyüme
eğrileri,
eğrilerden
sapma,
bireyselleştirilmiş
büyüme
takibi
gibi
farklı
metodlar
bulunmaktadır.
Amaç
genetik
büyüme
potansiyelini
yakalayamadığı
düşünülen
eğriden
sapan
fetusu
saptamaktadır.
3.
trimesterde
azalmış
fetal
büyüme
hızının
artmış
olumsuz
sonuçlarla
ilişkili
olduğu
bilinmektedir.
Azalmış
büyüme
hızı,
ölçümler
arasında,
abdomen
çevresinde
veya
daha
sıklıkla
tahmini doğum ağırlığında 50. persentil veya daha fazla azalma olduğunda düşünülür.
Bireyselleştirilmiş büyüme eğrileri
Bireyselleştirilmiş
büyüme
eğrilerinde
fetal
ağırlık
ve
büyüme
fetal
ağırlığı
etkileyen
değişkenlere
göre
düzeltilir.
Bu
parametreler
maternal
boy,
kilo,
yaş,
parite,
etnisite
ve
fetal
cinsiyet
olabilir.
Bu
değişkenlere
göre
düzeltme
yapılarsa, perinatal komplikasyonlar açısından risk altında olan SGA fetuslar daha iyi teşhis edilebilir.
Doppler velosimetre
Fetal
büyüme
takibinde
Doppler
velosimetre
uterin
ve
umblikal
arterlerin
incelenmesini
sağlayarak
uteroplasental
fonksiyon
hakkında
bilgi
verir.
Fetal
damarlardan
orta
serebral
arter
(MCA)
ve
duktus
venozus
(DV) değerlendirilerek hipoksiden asidemiye uzanan ilerleyişteki fetal kardiyovasküler adaptasyona bakılır.
ISUOG kIlavuzu: SGA ve fetal gelİşİm kIsItlIlIğI olan fetuslarda
tanI ve yönetİm
Özetleyen: Dr. Hakan Erenel
ISUOG Practice Guidelines: diagnosis and management of small-for-gestational-age fetus and fetal growth
restriction. Lees, C. C., Stampalija, T., Baschat, A., da Silva Costa, F., Ferrazzi, E., Figueras, F., Hecher, K., Kingdom, J.,
Poon, L. C., Salomon, L. J., & Unterscheider, J. ISUOG Practice Guidelines: diagnosis and management of small-for-
gestational-age fetus and fetal growth restriction. Ultrasound in obstetrics & gynecology : the official
journal of the International Society of Ultrasound in Obstetrics and Gynecology vol. 56,2 (2020): 298-312.
doi:10.1002/uog.22134
Link https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/32738107
Spiral
arterlerin
yetersiz
trofoblastik
invazyonu
sonucunda
uterin
arterlerin
yüksek
dirençten
düşük
dirence
olan
fizyolojik
transformasyonu
gerçekleşemez
ve
yüksek
dirençli
dolaşım
devam
eder.
Yüksek
ortalama
uterin
arter
pulsatilite
indeksi
(PI)
(95.
persentil
üzeri)
plasental
yetmezlik
ve
plasentanın
maternal
vasküler
malperfüzyonu ile ilişkilidir.
Umblikal
arterde
(UA)
PI
değerindeki
progresif
artış
gaz
ve
besin
alışverişi
için
gerekli
plasental
yüzey
alanındaki
progresif
azalmayı
ve
fetal
afterload
direncindeki
artmayı
gösterir.
Plasental
vasküler
yetersizlik,
kendini önce end-diastolik akım kaybı, sonra da ters end-diastolik akım olarak gösterir.
Azalmış
fetal
MCA-PI,
“beyin
koruyucu
etki”
denen
vazodilatasyonun
sonucudur.
Bu
fetal
hipoksiye
verilen
hemodinamik
bir
yanıttır.
Serebral
dolaşımdaki
oksijen
yetersizliği
uyarısına
bağlı
olarak
bu
redistribüsyon
gerçekleşir. Adrenal bez ve koroner arterlere giden kan akımı da artar.
DV
akım
velosite
dalga
formundaki
değişiklikler,
özellikle
a
dalgasının
kaybı
veya
ters
a
dalgası,
kalbe
giden
kan
akımını
arttırmak
ve
ileri
düzeydeki
oksijen
yoksunluğunu
kompanse
etmek
amacıyla
DV
istmusundaki
ilerleyici
dilatasyona
bağlı
olarak
oluşur.
Başka
bir
görüş
de
a
dalgasının
kaybı
veya
ters
a
dalgasının
yüksek
kardiyak
afterload
(artmış
vasküler
plasental
direnç)
sonrasında
atriyum
içindeki
basınç
artışının
ve/veya
fetal
asideminin miyokard hücre fonksiyonu üzerindeki doğrudan etkisi sonucu olduğudur.
Doppler
velosimetre
FGK
tanı,
takip
ve
yönetiminde
merkezi
bir
rol
oynamaktadır;
çünkü
hem
uteroplasental
yetmezliği
hem
de
hipoksiye
fetal
kardiyovasküler
adaptasyonu
göstermektedir.
FGK’nın
erken-FGK
ve
geç-
FGK olmak üzere iki farklı fenotipi vardır ve bunlar farklı Doppler velosimetre paternleri ile karakterizedir.
Biyofizik profil skorlama
Biyofizik
profil
(BPP)
skorlama
fetal
tonus,
vücut
hareketi,
solunum
hareketi,
amniotik
sıvı
hacmi
ve
kalp
hızı
reaktivitesinin
kombine
değerlendirmesinden
oluşur.
Biyofizik
profil
skoru
hem
fetal
pH
hem
de
doğum
sonuçlarını
öngörebilir.
Skorun
4
ve
altında
olması
fetal
pH
≤7.20
ile
ilişkilidir
ve
skorun
2’nin
altında
olması
asidemi açısından %100 duyarlılığa sahiptir.
Kardiyotokografi (CTG) ve kısa dönem variabilite (STV)
Reaktif
CTG
çok
yüksek
olasılıkla
fetal
hipoksiyi
dışlar.
Fetal
kalp
hızı
STV
biyofiziksel
parametredir
ve
bilgisayarlı
CTG’den
(cCTG)
elde
edilir.
Otonom
sinir
sistemi
fonksiyonunu
gösterir.
FGK’ye
eşlik
eden
ağır
hipoksi
veya
hipoksi
durumuna
göre
fetal
sempatik
ve
parasempatik
aktivitede
değişiklikler
olur.
Böylelikle
fetal
kalp hızı değişkenliği azalır ve sonucunda STV azalır.
cCTG
ve
STV
fetal
hipoksi
ve
asideminin
invaziv
olarak
değerlendirilmesine
karşı
olarak
geçerlilik
kazanmıştır
ve
fetal
kalp
hızının
objektif
olan
tek
ölçümüdür.
Konvansiyonel
CTG’nin
görsel
olarak
değerlendirilmesi
büyük
ölçüde subjektiftir ve düşük intra ve interobserver tekrarlanabilirliğe sahiptir.
Biyo-belirteçler
Plasental
biyo-belirteçler
gebeliğin
hipertansif
hastalıkları
ve/veya
FGK
kaynaklı
plasental
hastalıkların
tarama,
tanı
ve
tedavisinde
potansiyel
bir
role
sahiptir.
Plasental
proteinler,
mikroRNA
ve
mRNA
gibi
çeşitli
plasental
faktörler
incelenmiştir.
Gebelik
ilişkili
plazma
protein
A
(PAPP-A)
gibi
bazı
plasental
proteinler
ilk
trimesterde
plasental fonksiyonu gösteren biyo-belirteçlerdir. Fakat öngörüdeki katkısı sınırlıdır.
Soluble
fms-like
tirozin
kinaz-1
(sFlt-1)/plasental
büyüme
faktörü
(PlGF)
oranı
preeklampsiden
klinik
olarak
şüphe
edilen
vakalarda
kısa
dönemde
preeklampsiyi
dışlamak
için
önerilmiştir.
sFlt-1/PlGF
oranının
SGA
ve
FGK
yönetim
ve
ayırımında
da
faydalı
olabileceğine
dair
çalışmalar
olsa
da
bu
konuda
daha
fazla
veriye
ihtiyaç vardır.
Öneriler
Fetal
büyüklük
abdomen
çevresi
(AC)
veya
tahmini
doğum
ağırlığı
(EFW)
3.
persentil
altında
olmadığı
sürece
FGK tanısı için yeterli değildir.
Fetal
büyüme
hızı
AC
veya
EFW’de
2
quartil
veya
50
persentilden
fazla
düşüş
(örneğin
70.
persentilden
20.
persentil altına düşüş) olacak şekildeyse, klinisyen FGK yönünden alarmda olmalıdır.
SGA ve FGK ayrımında uteroplasental ve fetoplasental dolaşımlar doppler velosimetre ile değerlendirilmelidir
FGK
şüphesi
olan
gebelikler
değerlendirilirken
multimodal
ölçümler
yapılmalıdır.
cCTG
ve
BPP
skorlama
doppler velosimetre ile kombine edilmelidir.
Erken başlangıçlı ve geç başlangıçlı büyüme kısıtlılığı tanımı
FGK’nin
prevalans,
ilk
trimester
ultrason
ile
öngörü,
başlangıç
haftası
plasental
histopatolojik
değişiklikle,
Doppler
velosimetre
profili,
maternal
ilişkili
hastalıklar
ve
perinatal
sonuçlar
açısından
tamamen
farklı
olan
iki
fenotipi vardır. Her iki durumun karakteristikleri
Tablo 1
’de gösterilmiştir. Tanımlar
Tablo 2
’de gösterilmiştir.
Giriş:
HPV
aşıları
kullanılmaya
başlandığı
2006
yılından
beri
serviks
kanseri
önleme
programlarında
büyük
değişikliklere
neden
olmuştur.
Çoğu
Avrupa
ülkesi
HPV
testlerini
tarama
algoritmalarına
eklemişlerdir.
Almanya'da
2020
yılından
itibaren
35
yaş
sonrası
3
yıllık
HPV
ve
sitoloji
ko-testi
uygulanmaya
başlanmıştır.
Servikal
kanser
tarama
programlarının
amacı
serviks
kanseri
prekürsörü
olan
yüksek
gradlı
CİN’leri
(servikal
intraepitelyal
neoplazi)
yakalamaktır.
Tespit
edilen
yüksek
gradlı
lezyonlara
çoğunlukla
LEEP
(loop
elektrocerrahi eksizyon prosedürü) uygulanmaktadır.
Almanya'da
yıllık
52600
konizasyon
yüksek
gradlı
lezyonlar
için
yapılmaktadır.
Konizasyon
erken
doğum
gibi
yan etkiler oluşturabilmektedir. Konizasyona rağmen %8’e varan nüks lezyonlar takipte görülebilmektedir.
Profilaktik
HPV
aşıları
servikal
kanserleri
yaklaşık
%90
oranında
önleyebilmektedir.
Aşıların
etkisi
nötralizasyon
yapan
antikorların
oluşumunu
indüklemeleridir.
Oluşan
antikorlar
virüslerin
bazal
membrana
bağlanmasını engellemekte ve hücre zarına bağlanarak nötrofiller tarafından eliminasyonu sağlamaktadırlar.
Tedavi
edici
HPV
aşıları
ile
ilgili
son
dönemde
çalışmalar
mevcuttur
fakat
bu
aşıların
piyasaya
sürülmesi
için
daha çok yıla ihtiyaç var gibi görünmektedir.
Cerrahi
müdahale
immünolojik
olarak
servikste
önemli
lokal
enflamatuar
etkilere
neden
olmaktadır.
Tnf
alfa
ve
diğer
proinflamatuar
sitokinlerin
seviyelerinde
azalmaya
neden
olmaktadır.
Bu
anti-inflamatuar
çevre
HPV
persistansı için dezavantajlı bir ortam oluşturmaktadır.
Teorik
olarak
bu
dönemde
uygulanan
aşı
yeni
veya
rekürren
enfeksiyonu
önlemede
HPV
maruziyeti
olmayanlara benzer etkinlikte olabilir.
Sonuçlar:
Bu
meta-analize
21059
hastanın
olduğu
toplam
10
çalışma
dahil
edildi.
CİN
2
ve
üstü
lezyon
nüksü
HPV
aşılaması
yapılmayan
grupta
%
5.3,
HPV
aşılaması
yapılan
grupta
%
3.1
olarak
saptandı.
Aşılama
ile
%50.9
oranında
nüks
riski
azaldığı
saptandı.
Yaş
ile
ilgili
analizde
25
yaş
altı
ile
üstü
karşılaştırıldığında
fark
saptanmadı.
HPV
16/18
pozitif
olanlarda
rölatif
risk
0.37
saptandı.
Konizasyon
öncesi
veya
sonrası
aşılama
yapılması
arasında
fark
gözlenmedi.
Sonuç
olarak
bir
CİN
2
ve
üstü
lezyonu
engellemek
için
45,5
hastanın
aşılanması gerektiği bulundu.
Tartışma:
Almanya'da
yapılan
konizasyon
sayılarına
baktığımızda
her
yıl
yapılan
52600
konizasyonun
bu
çalışmaya
göre
%5,3’ü
nüks
ettiğinde
2790
vaka
gelişmesi
beklenmektedir.
Eğer
aşılama
yapılırsa
nükseden
hasta
sayısı
1630’a
indirilebilir.
Bu
sayede
her
yıl
1160
kadın
kolposkopi,
muayene
ve
psikolojik
stresten
kaçınabilir
hatta
invaziv kanser oluşumu engellenebilir.
Konİzasyon sonrasI profİlaktİk HPV aşIlamasI: Sİstematİk derleme
ve meta analİz
Özetleyen: Dr. Engin Çelik
Prophylactic HPV vaccination after conization: A systematic review and meta –analysis
M. Jentschke, J. Kampers, J. Becker, P. Sibbertsen and P. Hillemanns. Vaccine, 2020-09-22, Volume 38, Issue 41, Pages
6402-6409
Link https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/32762871